Translate

7 Mart 2020 Cumartesi

Dubrovnik

30.06.2017 

  Dubrovnik'e varmamız akşam üstünü buldu. Çünkü Bosna Hersek'e girmemize kiraladığımız araba izin vermiyordu. Buda bize 10 dakikada gideceğimiz yolu 2.5 saatte gitmemize sebep oldu. Feribot ile adaya geçerek Dubrovnik'e vardık. Epey bir vakit harcadık ve yolculuk biraz yorucu oldu. Dubrovnik'e vardığımızda merkezden uzakta Lapad'da sakin bir mahallede ev kiraladık. Mb Apartment Lapad








   Burada ev sahipleri evlerin odalarını günlük kiralıyorlar. Bizim kaldığımız ev çok güzel dizayn edilmişti. İhtiyacın olacak her şey vardı. Bavulları bıraktık ve ev sahiplerinin tarif ettikleri otobüse binerek merkeze indik. 


   Dubrovnik diğer adıyla Ragusa, Hırvatistan'ın en gözde yeridir. Adriyatik denizi sahilinde bulunan ve orta çağdan kalma tarihi eserleri ile ünlü bu şehri Game of Thrones dizisindeki kaleleri ve limanları içinde yapılmış bazı çekimlerinden dolayı ününe ün katmıştır. Bu yüzden popüleritesi çok fazla artmış ve inanılmaz bir turist akınına uğramıştır. 

   Dubrovnik'in tarihi 7. yy'da Hırvat kabilelerinin barbarlardan kaçmak için bulduklar bu bölgeye yerleşmeleriyle başlıyor. Hırvatlar Aşağı Panonya ve Kıyı Panonyası adındaki iki düklük kurarlar. 9. yy'da Hırvatların çoğu Hristiyan oldular. Yüzyıllar boyunca oluşturdukları küçük yerleşimler zamanla bir araya gelmiştir. Romalıların, Gotların, Bizanslıların yerleştikleri bu topraklar Kavimler göçü zamanında Slavların eline geçmiştir. 13. yy civarında da zengin tüccarlar birleşerek şehrin savunma surlarını inşa etmiştir. Ragusa Cumhuriyeti böylelikle kurulmuş olur. 
   Ragusa Cumhuriyeti kısa bir zaman içinde Adriyatik ve Akdeniz'in önemli bir ticaret ve denizcilik merkezi haline gelmiştir. 1365 yılında I. Murat döneminde bu küçük devlet bir ayrıcalıkla Osmanlı Himayesine girmiş ve vergiye bağlanmıştır. Osmanlı devletine 400 yıl vergi vererek özgür kalmayı başarmıştır.. 
   Rönesans döneminde altın çağını yaşayan Ragusa Cumhuriyeti ilaç yapmada epey bir ilerlemiştir. Ayrıca Venedik'lilere ve Macar'lara tuz kaynaklarını özgürlükleri adına takas etmede kullanmışlardır. İşte bu sıralarda yani 14. yy 'da şehir, muhteşem mimaride Rönesans sarayları, kiliseleri ve binaları ile donatılmış. Avrupa’nın aydınlanma çağı Rönesans, Dubrovnik için de serpilme zamanı olmuş, sanat ve eğitimin yeşerdiği şehir ‘'Dalmaçya’nın Atina’sı'', '‘Doğu’nun Venediği’' olarak anılır hale gelmiştir. Dubrovnik'in bu altın çağı yaklaşık 1453 Konstantinapolis'in düşmesi ev 1667 yılındaki deprem arasındaki zamanda olmuştur.
  1667 yılında yaşanılan deprem şehri altını üstüne getirmiş, binalara yıkılmış yada hasar görmüş ve 5000 civarında insanda ölmüştür. Bu felaket sonrası şehri yeniden inşa etmek isteyen Ragusa ekonomik olarak zayıflamış. Napolyon savaşları sırasında 1808 yılında şehre giren Fransız ordusu devleti yıkmış ve şehri Fransa'ya bağlamıştır. 1815 yılında düzenlenen Viyana Kongresi ile şehir Avusturya yönetimine verilmiştir. Devletin yıkılmasıyla birlikte şehrin üzerindeki 443 yıllık Osmanlı Egemenliği sona ermiştir. Dubrovnik'liler Napolyon Bonapart’ın hüküm sürdüğü zamanda onun askeri bilgilerinden faydalanmayı bilmişlerdir. Hala geçerli olan tüm siyasi ve askeri sistemleri bu dönemden kalma yollarla yapılıyormuş. 1808-1815 yılları arasında Fransa egemenliğine giren şehir, sonrasında doğu Adriyatik kıyısının çoğu gibi, Habsburg İmparatorluğu'nun bir parçası olmuştur.
   1918 yılında I. Dünya Savaşı sonrası Slavlar'la topraklarını birleştiren ve Yugoslav birliğine dahil olan 50 bin nüfuslu Hırvatistan, SSCB’nin ve Doğu Bloğu’nun parçalanmasıyla 1991’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Ancak 1995 yılına kadar Sırplar ve Hırvatlar arasındaki savaş sürmüş ve binlerce kişi ölmüştür. Kalıcı barış ise 14 Aralık 1995 yılında  Dayton Barış Antlaşması ile sağlanmıştır.
   1991 yılında Yugoslavya'dan ayrılmış ve çıkan iç savaşta Sırp saldırıları sırasında şehrin tarihi eserleri çok yara almıştır. 1 yıl süren kuşatma sırasında
2000 kez bombalanan şehir, 1992 yılında Hırvatistan’ın ayrı bir devlet olarak bağımsızlığına kavuşması ile kuşatmadan kurtulmuştur. Unesco'nun başlattığı restorasyon çalışmalarından sonra 2005 yılında şehir eski görünümünü büyük ölçüde kazanmıştır. Lokrum adası ve şehri çevreleyen surlar ile Dubrovnik katedrali ile ünlü şehrin tarihi alanları 1979 yılında Unesco Dünya Mirasları Listesine girmiştir.
    Biz şimdi önce eski şehri çevreleyen surlarla gezimize başlayacağız. Akşam üstü olması gezimizi kolaylaştıracak. Çünkü tepemizde güneşle bu surları gezmek bir işkence olabilirdi.

  Şehrin en etkili yeri ve en turistik yere geldik. Old town yani eski şehir. Surlarla çevrili eski şehir Unesco Dünya Mirasları Listesinde. Şehre Pile (Kazık kapısı) kapısından giriyoruz. Aslında Eski şehre girmek için  4 kapı mevcut. Bunlar Pile Kapısı, Ploce Kapısı, Peskarija Kapısı ve Ponta Kapısı. 







  Şehre 1537 yılında inşa edilmiş bir asma köprü ve Rönesans kemerine sahip görkemli 
Pile kapısından içeri girerek başlıyoruz. Turistler genellikle Pile (Gradska vırata Pile) kapısını kullanarak eski şehre giriyor. Stradavu caddesini geçerek te Ploce kapısında çıkılıyor.
  Pile kapısı kara tarafına bakan Minceta hisarı ve deniz tarafına bakan Lovrijenac ve Bokar hisarları tarafından korunuyor.
 Sağ taraftaki hisar Bokar hisarı...


   Game of Thrones dizisinin bir bölümü bu kapıda gerçekleşmiş. Burada Game of Thrones dizisinin turları bile yapılmakta. Pek çok turist bu dizinin çekimi yerlerini de görmek için geliyor. Oysa Dubrovnik eski şehrin böyle bir ünle anılması doğru değil bence şehir zaten muazzam.


 
  Kapı girişi çok görkemli. Kapı üzerinde şehrin koruyucu azizi kabul edilen, St Blaise (Sebasteli Vlas-Vlaho) heykeli bulunuyor. Bu aziz Yüzyıllar boyu Ragusa Cumhuriyeti bayrağının bir sembolü olmuştur. Hristiyanlar için önem taşıyan ve adına Avrupa`da 1200 kilise ile manastır ithaf edilen bu aziz, 280 ve 316 yılları arasında da Sivas’ta yaşamıştır. Eski şehrin içinde bir de kilisesi bulunmakta.




  
Antik Dubrovnik Şehir surları tarihin en önemli yapılarında biridir. Adriyatik denizinin incisi olarak adlandırılan bu beyaz duvarlar tarih boyunca düşmanlara tarafından geçit vermemiştir. Kale surları çok sağlam yapılmıştır. 1940 metre uzunluğundaki bu duvarlar eski şehrin çevresine örülmüş gezerken tüm şehri yukarıdan görebiliyorsunuz.


 
  İlk surlar 8. yy'da inşa edilmiş ama 15. yy'da inşaat alanında oldukça fazla bir yapılaşma olmuştur. Bu yapılaşma 16. yy sonlarında kadar sürmüştür. En yüksek noktası 25 metre olan surların karaya kadar olanları 4 ila 6 metre kalınlığında iken deniz kenarında olanlar 1 ila 3 metre kalınlığındadır.






  Pile kapısından girip biletlerimizi aldıktan sonra şehrin surlarına tırmandıkSurları tamamlayıp daha sonra da eski şehri gezeceğiz.



  Aşağıda Stradun caddesi sağ tarafta Büyük Onofrio çeşmesi, solda Azizi Savior Kilisesi ve hemen yanında Fransisken manastırı görünüyor.








 Surların kaba tarifle 4 köşesinde Bokar, St John, Revelin ve Minceta hisarları bulunmakta Bu hisarları surların köşeleri gibi düşünün.

  Bokar kalesinin bulunduğu yerden gezimize başladık. Şehrin batı tarafı Bokar Kalesi tarafından korunmaktaydı. Biz gezimize batıya doğru hareketle başladık. Tam bir tur yapıp Minceta hisarında sonra bulunduğumuz yere geleceğiz. 



   Dubrovnik şehri 11. yy'da toprakla doldurulmuş ve deniz kanalı ile ana karadan ayrılmış. 13. yy'da tüm şehir duvarlarla çevrilmiş ve 14. yy'da da duvarlar şehrin bir parçası olmuştur. 15. yy'da şehir surların bir parçası olmak üzere 15 tane kale inşa etmiştir. Bu kalelerin bazıları günümüze kadar korunabilmiştir. Dubrovnik şehri tamamen Eski liman dahil olmak üzere savunma duvarları ve kalelerle çevrilidir. Şehir ve Dubrovnik Cumhuriyetine yabancı saldırı tehlikesi olan zamanlarda tarih boyunca inşa edilmiştir. Bu tarih ortaçağa kadar uzanmaktadır. 




  10. yy'da inşasına başlanan bu surlar 1667 yılında zarar görür. Surların en büyük özelliği beyaz taştan yapılmış olması. Beyaz taş güzelliğin ikonik sembolüymüş. Bu nedenle bu duvarlara Adriyatiğin incisi denmekte.
  Şimdi birlikte şehir duvarlarını gezip eski Dubrovnik şehrine tepeden bakacağız. Ayrıca muazzam manzarasıyla tarihi derinliklerine dalacağız. Şuanda Minceta kulesinin tam tersi istikamette yürüyoruz dolayısıyla arkamızda Minceta kulesi görünüyor.





























Surların üzerinden Eski şehrin ünlü Stradun caddesi filmlerden fırlamış gibi görünüyor. 










Dubrovnik'in ana merkezini yukarıdan görüyoruz. Pile kapısı ve Pile meydanı.





   Surların üzerinden eski şehrin iç bölgesi. Çeşme ve manastırın başka açılardan görünümü.




   Şu anda Bokar Kalesi ile Lovrijenac Kalesi karşı karşıya durmakta. Zvjezdan olarak ta bilinen Bokar kalesi şehir duvarlarının güney batı kesiminde yer almaktadır. Minceta kalesi ile birlikte bu kale eski şehrin batı girişi olan hendek ve Pile kapısının savunmasında kilit noktadır. Kale Floransa'daki Michelozzo di Bartolomeo'nun tasarımlarıyla 1461 yılında inşa edilmeye başlanmıştır. Kale Game of Thrones dizisinin bazı sahnelerinin çekim yeri olarak ta kullanılmıştır.


  


  West Harbour yani Batı Limanından görülen bir diğer kale ise Bokar hisarının tam  karşısında duran Lovrijenac Kalesi. Lovrijenac Kalesi surların dışında şehrin batı ucunun koruyan bir kaledir. Hem denizden hemde karadan gelen saldırılara karşı savunma amaçlı yapılmış önemli bir konumda bulunmakta. Kale Dubrovnik'in Cebelitarı'ğı olarak anılır ve halkın özgürlük sembolü olmuştur. Ayrıca bu kalede de Game of Thrones dizisinin birçok sahnesi de çekilmiş. Biz Lovrijenac Kalesini gezmedik. Surlar ve eski şehir epey vaktimizi aldı zaten.


   Şunu dile getirmek isterim Lovrijenac kalesinin en güzel manzarası buradaki surlardan görünüyor. Kalenin denize bakan kısmı 37 metre yüksekliğindedir. Kuruluş tarihi 11. yy'a kadar uzansa da kale ile ilk kayıtlar 1301 yılını göstermekte. 


  Kalenin giriş kapısında araştırmalar göre şöyle bir yazı varmış ''Non beno pro toto libertas venditur auro'' Yani Dünyanın tüm altınları ile bile özgürlüğü satın alamazsın.

  Efsaneye göre şehri kuşatmak isteyen Venedik'liler bu kalenin bulunduğu yere bir kale inşa etmek isterler nasıl oluyorsa halk bunu duyup kendileri için buraya bu kaleyi inşa ediyorlar. Venedik'lilerde şehre gelince hayal kırıklığına uğruyorlar.
  Efsane bir yana Hırvat halkının en önemli özelliklerini özgürlüklerine sahip çıkan akıllı bir millet olduğu söyleyebiliriz. Doğalarına ve tarihlerine gerçekten sahip çıkıyorlar. Şehrin her yeri tertemiz, adaları ormanlarla kaplı ve sahil köyleri yemyeşil. Ülke miraslarına sahip çıkan bir millet. Ülkede yapılan bir referandumda ''şehrin turizm cennetimi olmasını yoksa doğa cennetimi olmasını ister misiniz '' sorusuna halk doğadan yana cevap vermiştir. Ayrıca tarih 
boyunca çok akıllı davranmışlardır. Diplomasi her zaman ön planda olmuş ve özgürlüklerini bu sayede korumuşlardır.


  Her neyse biz Lovrijenac kalesine dönelim. Kale 15. ve 16. yy tadilat görmüş,1667 yılındaki depremden de nasibini almıştır. Bunun üzerine tekrar restore edilmiştir. Kale aynı zamanda Dubrovnik yaz festivallerine ev sahipliği yapmaktadır.



   Şu anda her iki kalenin birbirlerine bakışlarının görüyorsunuz. Surların üzerinde gezerken bir çok açıdan çekim yapabilirsiniz.



Game of Thrones dizisinde Bokar kalesinden çekilmiş bazı sahneler....Alıntıdır.


Bokar kalesinin dışarıdan fotoğraflanmış hali ....internetten alıntı.








 11. yy dan beri ticaret Dubrovnik'te etkin bir rol oynamıştır. Diplomasiyi de kullanarak özgürlüklerini her daim korumayı da başarmışlardır. Osmanlı Devletinin Balkanlarda ve Tuna boylarında güçlü oldukları dönemde, Dubrovnik Osmanlılara bir bedel ödeyerek özgür kalmayı başarmışlardır. Osmanlı devletine yılda 12 bin 500 altın ödeyerek özgürlüklerini satın almışlardır. Bu alışveriş esnasında da Osmanlılar şehri ve limanları korumuşlardır. Ayrıca okuduğum bilgiler göre de Osmanlı döneminde, yeniçerilerin seçildiği topraklar uzun boylu ve cüsseli bir ırka sahip olan Hırvatistan insanlarıymış. Gerçekten de Hırvatlar epey iri insanlar.






  Yukarıdaki tepeden bir de teleferikleri var tepeye teleferikle çıkıp Dubrovnik'in manzarasını seyredebiliyorsunuz. Biz yarın sabah arabayla çıkmayı planlıyoruz.





Eski şehirden kalmış bazı kalıntılar.

























Bulunduğumuz yerden Lovrijenac Kalesi.




  Aşağıda kanoları kiralayıp Lokrum adasına giden turistleri görüyoruz. Bu şeklide de Lokrum adasına gitmek oldukça zevkli olsa gerek.





  Surlarda ilerlerken sol tarafta kalan deniz, sağ taraftaki eski şehirdeki evleri sokakları görebiliyoruz. Kırmızı çatıların altında kalan şehirdeki ara sokaklar, eski mahalleler evler ve evlerin arasına çamaşır asmak için gerdikleri ipler, çok daha eskiden kalma kalıntılar......



 Lokrum adası çok güzel görünüyor. Biz bu seferinde gitmedik. Ama bir kez daha gelirsem mutlaka gezmeyi istiyorum.
 Dubrovnik 15. yy Ragusa Cumhuriyeti döneminde şehir ortaçağ da Latinceden gelen Ragusa yani ada adıyla anılıyormuş. Şehir irili ufaklı çok fazla adaya sahip. Dubrovnik ismi de etrafta yetişen dubrava denen meşe ağacından gelmekte. Ayrıca Osmanlı Devletine vergi ödemesinden dolayıda ''Güzel Venedik'' anlamına gelen 'Dobro Venedik' teriminde geldiği de söylenir. Bence bu sanki daha doğru geldi.



  Duyduğumuza göre adada bir de çıplaklar plajı da bulunmaktaymış. Ama gitmediğimiz için göremedik.  



 Kayalıkların üzerinde bulunan kafe de insanlar oturmuş hayatın keyfini çıkarıyorlar. Kayalıkların tam önünde de Aziz John kalesi bulunmakta.


  Yine bir ara sokak. Çıkmaz gibi görünüyor ama çıkıyor. Pencerelerin ve balkonun görünümü çok hoş.




  Denizin kenarındaki duvarlar Batı tarafta kalan Fort Bokar 'dan St John Kalesine ve oradan da Ravelin Kalesi'ne kadar uzanır.








  Aşağıda bulunan giyotine bir anlam veremedim. Acaba adam bahçesine girenleri giyotinemi vuruyor 😃








   Dubrovnik'in kızıl renkli çatıları insanın gözünü kamaştırıyor. Nereden bakarsanız bakın sürekli bir fotoğraflama isteği duyuyorsunuz. Çatıları sade ve tek örnek olması ayrıca bu kadar uyum içinde olması enteresan.


  Fransisken Manastırı ve arka bahçesinin surların üzerinden görünümü. Tam arkasında da basketbol alanı varmış.






 Şimdi eski limanı görmekteyiz. Eski şehrin limanı şehrin doğu kesiminde yer almakta ve bu bölge Dubrovnik şehrinin en eski bölgelerinden biridir. Liman geç dönemlerden kalma antik kalenin, Romanesk öncesi Dubrovnik katedralinin ve Rektör sarayının etrafına inşa edilmiştir.


 Tam karşıda 12. yy'ın sonlarına doğru yapılmış Limanın en göze çarpan üç kemerli eski cephaneliği bulunmakta. Orjinal bir tersane ve küçük bir cephanelik olarak inşa edilmiş bu taş yapı da eskiden gemilerin yapılışları rapor edilmesin diye kemerlerin araları geçici tuğlalarla örülüp casusluklar önlenirmiş. Daha sonra burada yapılan gemileri tuğlaları sökerek limana indirirlermiş. Şimdilerde restoran olarak işletilmekte olan binada Cafe ve tiyatroda bulunmakta.



 
   Ragusa Cumhuriyeti 16. yy'da 200'e yakın  gemi inşa etmişler. Bu da donanmalarının neredeyse Venedik'lilere yakın olduğunu göstermekte. Günümüzde bu tarihi limandan gezi tekneleri, balıkçı tekneleri kalkmakta. Bu limandan Lokrum adasına, Mlini adasına ve Cavtat'a teknelerle gidebilirsiniz.


  Karşıda görülen kale de Aziz John Kalesi. Biz oradan bu tarafa geçtik diğer taraftan fotoğrafını gösteriyorum. 

   
  Ragusa Cumhuriyeti zamanında Liman surlar tarafından korunuyormuş. Bunlardan biri de Aziz John Fortress (Aziz Yahya) kalesi. 16. yy' da yapılan bu kale şimdilerde Denizcilik müzesi olarak ta kullanılmakta.


  Liman 15. yy sonlarına doğru Dubrovnik'li mühendis Paskoje Milicevic tarafından tasarlanmış ve inşa edilmiştir. Günümüze kadar aynı görünümünü koruyan limanın yine Paskoje Milicevic tarafından tasarlanmış bir dalgakıranı da bulunmaktadır. Körfezin ortasında karaya bağlantısı bulunmayan dalgakıran Aziz John Kalesi arasına çekilmiş bir zincir görevi görmekte. 



  Dubrovnik 19.yy' da Avusturya'lıların hakimiyeti altında iken Azizi John kalesinin ucuna Porporela adlı bir dalga kıran daha yapılmış. Şimdilerde limanın yürüyüş yolu olan bu dalga kıranda yürüyebilir, Lokrum adasını seyredebilir ve yüzebilirsiniz.



Alıntı fotoğrafta Aziz John Kalesi ve Porporela adlı dalga kıran görülmekte. 



 Yukarıda Revelin Hisarı, altında Dominikan Manastırı ve Müzesi, karşısında bulunan Aziz Nicholas ve Aziz Sebastian kiliseleri.



Dominikan Manastırı ve müzesi’nin girişi. Şu an tadilatta.


Revelin kalesinde doğru yürüyoruz.




   Revelin kalesi şehrin doğusunda yer almaktadır. İlk kale 1463 yılında şehrin Doğu kapısını korumak amaçlı inşa edilmiştir. 1453 yılında Konstantinopolis'i fethederek Bosna'yı işgal eden Osmanlılardan korunmak amaçlı inşa edilmiştir. 
  1538 yılında Venedik'lilerin saldırılarından korunmak amaçlı deneyimli kale üreticisi Antonio Ferramolino'nun tasarımlarıyla da kale güçlendirilmiştir. Kalenin inşası 11 yıl sürmüştür. Ama şehrin en güçlü kalesi olmuştur. Kalenin dışında şehrin Ploce kapısı bulunmakta. 



 Revelin kalesi düzensiz dörtlü bir forma sahiptir. Kuzey köşesi keskin ve dışa doğrudur. 



    Mükemmel ve güçlü yapısıyla 1667 yılındaki depremden zarar görmeden kurtulmuştur. Bundan dolayı kale bir müddet Ragusa Cumhuriyetinin yönetim merkezi olmuştur. Dubrovnik katedralinin ve Ragusa Cumhuriyeti'nin tüm hazineleri kaleye gönderildi. 


 Şimdilerde kalede rock konserlerin, tekno partilerin yapıldığı bir gece kulübünü bünyesinde barındırmaktadır.  Kalenin tepesinde Dubrovnik'in en büyük taş döşeli terası bulunmakta. Teras 10 temmuz ile 25 Ağustos arasında Dubrovnik Yaz festivallerin de sahne olarak kullanılmakta.


















   Bu konumdan biraz sonra gezeceğimiz Luza meydanı, çan kulesinin arka tarafından görünümü ve yine meydanda bulunan Aziz Blaise Kilisesi ve tam arkasında kalan Dubrovnik Katedrali görünmekte.


 Kolej Ragusinum ve yanında Aziz Ignatius kilisesi büyük bir ihtişamla tam karşımızda duruyor. 



 Revelin kalesinden Minceta kalesinin görünümü. Aşağıdaki giriş kapısının yanında bir otopark var.





  Buradan da Dubrovnik'in Lokrum adası kırmızı çatılı eski şehir ve Fransisken Manastırı çok güzel görünüyor.
  Ve Minceta kulesi de göründü. Kale göründüğü gibi büyük bir tabana sahip yuvarlak bir kaledir. Duvarları surların kuzey tarafına  yani kara kısmına bakmakta. 


 Minceta Kulesi 1319 yılında mimar Ranjina'nın tasarımına göre inşa edilmiş Dubrovnik şehrinin  en yüksek noktalı savunma kalesidir. Minceta adı kulenin inşa edildiği yerin sahibi olan Mencetic ailesinin adından türemiştir.


Minceta Kulesi 14.yy'da kare olarak inşa edilmiş daha sonra yuvarlak hale getirilmiştir.







Minceta kalesinden Bokan ve Lovrijenac kalelerinin görüntüleri.



 Artık surlardan aşağı inerek Old Town'ı yani eski şehri gezeceğiz. Yukarıdan gezdiğimiz şehrin şimdi içinde gezerek yüzyıllar boyu süren tarihi hissetmeye çalışacağız.


  
   1890 yılında yapılan Opatija Grand Hotel ve 1897 yılında yapılan Dubrovnik Hotel Imperial lüks otellerinin açılmasıyla Dubrovnik turizmi başlamıştır. Dubrovnik dünyanın en iyi 10 ortaçağ duvarlı şehirler arasında yer almaktadır. 1971 yılında savaştan korunmak için askerden arındırılmış bölge ilan edilmiş ve 1991 yılında Yugoslavya'nın d ağılmasıyla Sırp güçler tarafından kuşatılmış bombardımana tutularak büyük hasar almıştır. Şimdilerde Unesco Dünya Mirası Listesi'nde bulunan Old Town bu şehrin en turistik cazibe merkezidir. Birbirinden güzel binaların ve renkli kafelerin bulunduğu Stradun Caddesi, manastır, kilise, katedral, sinagog, cami gibi dini yapıların yanında Rönesans dönemine ait birçok mimari Pile Kapısı ve Ploce Kapısı, Luza ve Gundulica Meydanı, tekne turlarının düzenlendiği Eski Limanı gezeceğiz.

   Onofrio çeşmesi ile gezimize başlıyoruz. Onofrio çeşmesi Pile kapısından girdiğinizde sağ tarafta karşınıza çıkıyor. Surların üzerinden çeşmenin fotoğrafları çok güzel görünüyor. Stradun caddesi ile birlikte çeşme ve oluşturduğu mistik hava gerçekten görülmeye değer.


  1438 - 1444 yılları arasında Napoli'li mimar ve mühendis Onfroi Della Cava tarafından yapılmış olan çeşme 16 gen yani 16 parçadan meydana gelmiş ve her bir parçada maskaron denen taştan oymalı yüzler bulunmakta. Maskoran çoğu zaman çirkin ve kokutucu görünen kabartma süsleridir. Bu çirkin yüzlerin yapılma amacının da şehri vebadan korumak amaçlı olduğu söyleniyor. Maskaronların her bir yüzünden suların çıktığı çeşmeler var. Çeşmeden akan su temiz içebilirsiniz. Şehrin suyu 11,7 km uzaklıkta bulunan Dubrovnik ırmağından gelmekte. 















   Aslında iki tane Onofrio çeşmesi var . Bunlardan biri şimdi gördüğümüz büyük olanı diğeri ise biraz daha ileride Çan kulesinin altında olan Küçük Onofrio çeşmesi. 


   Ragusa cumhuriyeti zamanında şehrin en önemli sorunlarından biri içilebilir suyun bulunmasının zorluğu idi. Zamanında içilebilir su şehre gemilerle geliyor ve çok yüksek fiyatlardan satılıyormuş. Bunun üzerime şehre sarnıçlar inşa edilerek yağmur sularından faydalanmak istenmiş. 1304 yılında Sponza Sarayının bulunduğu yere büyük bir sarnıç inşa edilmesine karar verilmiş. Sarnıç 1311 yılında tamamlanmasına karşılık yapılan bu sistem şehrin su sorununu çözmemiştir. 1436 yılında şehre temiz suyu getirmek için Sumet'ten şehre bir su kemeri inşa edilmesine karar verilmiş. Kemerin yapımı mimar Onfroi Della Cava tarafında gerçekleştirilmiştir. Çok pahalı bir projeye imza atan Onfroi herhangi bir sıkıntıda tüm masrafları karşılayacağını söylemiştir. Bu arada Ragusa senatosu da su kaynağında su çalmaya kalkışanların sağ ellerinin kesilmesine karar verir. 
   Onfroi Della Cava 12 km uzaktan gelen bu suyun kullanımı için şehre iki tane çeşme yapmıştır. Bunlar Büçük Onofrio çeşmesi ve Küçük Onofrio çeşmesidir. Şu anda gördüğümüz Büçük Onofrio çeşmesi 1438 yılında inşa edilmiş ve 16 çeşmelidir. Çeşme 1667 yılında ki depremde çok kötü hasar görmüş ve bugünkü görünümü 500 yıl önceki görünümünden daha sadedir. Hatta çeşmenin orjinal kubbesindeki ejderhe heykeli bu deprem esnasında kırılmıştır.


Surlardan inerken tam sol tarafımızda Aziz Savior kilisesi bulunmakta (St Savior Church)








 Kilise Pile kapısı  ve Fransisken Manastır arasında ve Onofrio çeşmesinin tam karşısında yer almakta.  


   17 mayıs 1520 yılında Dubrovnikte meydana gelen bir depremin ardında şehre bir kilise kurulmasına karar verildi. Mimar Petar Andrijic tarafında 1520 yılında tasarlanan kilise inşaat 1528 yılında tamamlanır. Kilise binasının üzerindeki anıtsal yazıda Tanrıya teşekkür edilmektedir.İsa'ya adanmış kilise 1667 yılında Dubrovnik'te meydana gelen 2. büyük depremde hemen hemen hiç hasar görmez. Yaklaşık 5000 kişinin öldüğü depremde Türkçe anlamı kurtarıcı kilise olan bu kilise nadir ayakta kalan yapılardan biridir. 


   Kilise Rönesans ve Gotik tarzında yapılmış ve orjinaldir. Kilisenin mimarisi gerçekten çok ilginç. Mimarinin detaylarının incelemek isterseniz tam karşısında bulunan Onofrio çeşmesinin merdivenlerinde oturun ve cephenin öne çıkan özelliklerinden biri olan klasik Dalmaçya penceresine bakınız. Yuvarlak pencerenin altında Latince bir yazı bulunmakta. Yazının altında da bir meleğin kafasının figürü vardır. Kapının üzerindeki kemerde ise İsa'nın soluk bir monogramı bulunmakta. Bu geleneksel Hiristiyan sembolünün harfleri İsa'nın Yunanca adının ilk üç harfleriymiş.

 Aziz Savior Kilisesi sergi sarayı ve konser sarayı olarak ta kullanılmaktadır. Bina her gün açık ve ücretsizdir.


   Şimdi kendimizi eski şehrin sokaklarına attık. Stradun caddesinde ilerliyoruz. Stradun caddesine Pile kapısından girip Ploce kapısıdan çıkılıyor. 


  Stradun caddesi 11. yy'da su kanalının doldurulması ile yapılan cadde daha sonra 13. yy' da uzunluğu ve genişliği itibariyle Akdeniz'in en büyük ve en işlek caddelerinde biri olmuştur. Caddenin zemini kireç taşından yapılmış. Yaklaşık 300 metre boyunda. Çok kalabalık olmasına rağmen yürümek çok rahat. Eski şehrin limanın doğru giden caddede barlar kafeler, hediyelik eşya dükkanları, restoranlar, pastaneler ve mağazalar var. Tabi esrarengiz tarihi havayı da içinize doya doya çekiyorsunuz. 


 Caddenin hemen başlangıcında sol tarafta Aziz Savior Kilisesinin (Holly Savior Church) hemen yanında Fransisken Manastırını görüyorsunuz. Manastırı surlardan yukarıdan da her açıdan görebiliyorsunuz. 



   Fransisken Manastırı 13. yy da önceleri surların dışına inşa edilmiş. Ama 1317 yılında savaş tehdidi yaşayınca manastır düşman tarafından kullanılmasın diye yıkmışlar. Aynı yıl içinde surların içine inşa edilmeye başlanmış ama bitmesi uzun yıllar almış. 1667 yılındaki depremle oldukça hasar almış olan manastır Barok tarzda tekrar yenilenmiştir.

   
 Yüksek bir çan kulesi olan Manastır aynı zamanda dünyanın bilinen en eski 3. eczanesini de içinde barındırmakta. Şu anda müze olarak kullanılan eczanede doğal krem reçeteleri yeni eczanede yapılıp satılmakta. Ayrıca manastırın çok zengin bir kütüphanesinin de olduğunu burada belirtelim.


  Biz manastırın içini gezmedik ama içinde de çok değerli eserler bulunmaktaymış. 17. yy da manastır kompleksine eklenen kütüphanede 20 binden fazla kitap 1200 değerli el yazması da bulunduğunu belirteyim. Tabi kütüphane ve çan kulesi de depremde hasar görmüş yapılarmış ama bu binalarda tekrardan onarılmış ve 1317 yılında yapılmış eczane ile birlikte günümüzdeki halini almıştır.


  Ayrıca manastırda Aziz Francis'in hayatını betimleyen fresklerde bulunmaktaymış.  M. Gucetic'in 14.yy kabartmalı lahitleri de manastır duvarına inşa edilmiştir. Manastırın merkezinde Aziz Francis'e ait bir de heykel bulunmaktaymış. 16.yy dan kalma iyi korunmuş eczane mobilyaları ile 15. ve 16. yy dan kalma vazoları da bünyesinde barındırmakta. Bunun dışında çeşitli sergiler, harçlar 14. yy'dan kalma yemek tarifleri, teraziler gibi gibi manastırın içindeki müzede bulabilirsiniz.



  Manastırın iki kapısı bulunmakta. Bu kapılardan birinin üzerinde Meryem ana ve kucağında yatan İsa sağ ve sol yanlarında Vaftizci Aziz Yahya ve orijinal kilisenin bir modelinde elinde tutan Aziz Jerome'un heykelleri bulunmakta. Heykellerin üzerinde de Baba Tanrı'nın bir heykeli bulunmakta





   Manastırın en ilgi çeken bölümü alt katta bulunan keşiş eczanesi. 14. yy'da Manastırın Fransisken üyelerinin tedavi amacı ile bu keşiş eczanesinin kurulmasına karar verilir. Halka ve askerlere de açık olan bu eczane de ilaçları kendileri üretirmiş. Hasta rahip ve keşişlere hizmet vererek manastıra finansal anlamda destek oluyormuş. 1938 yılında müze haline getirilen eczaneni yanında  modern birde işleyen eczanesi bulunmakta




  


 Stradun caddesindeki binalar 1272 yılında çıkan bir kanunla hangi yükseklikte olacağı belirlenmiş ve benzer şekildeki binaların zemin katları iş yeri ve üst katlara konaklama alanı en üst katlarsa yangın olasılığına karşın mutfak olarak kullanılırmış. Binaların çoğu 1667 depreminde epey hasar görmüş çoğu yıkılmış. 17. yy'da ise yıkılan ve hasar gören binalar barok tarzda tekrar yapılmış 





  Caddenin sonundan Luza meydanına çıkıyoruz. Her yer çok canlı ve kalabalık. İnanılmaz bir turist akını var. Orlonda sütunu, Aziz Blaise kilisesi, Rektörlük sarayı, Küçük Onofrio çeşmesi, Sponza Sarayı  hepsi bu meydanda  yer almaktadır. Günümüzde Luza meydanında festivaller yapılmakta. Bir çok kültürel anıta ev sah,ipliği yapan meydanda barlar restoranlar bulabilirsiniz. Meydana Ploce kapısın dada çok rahat ulaşabilirsiniz.


   Luza meydanında ilk önce Aziz Blaise Kilisesi ve önündeki Orlando sütunu  ile karşılaşıyoruz. İnsanlar üç basamak üzerine oturtulmuş Orlonda sütununun merdivenlerinde dinleniyorlar.



 Orlonda Sütunu Hırvatların özgürlüklerinin temsil edildiği bir sütundur. 1418 yılında yapılmış sütun elinde bir kalkan ve bronz kılıç tutan Şövalye Orlando'nun heykelidir. Heykel heykeltraş Antun Dubrovcain ve ustası Bonino di Milano tarafından yapılmıştır. 


   Peki kim bu şövalye Orlonda diyecek olursanız. Onuda hikayesini kısaca size anlatayım. 9. yy'da Orlando ve filosu şehri 15 aylık bir Saracen kuşatmasından özgürlüğüne kavuşturmuş olan bir şövalyedir. Ama bunun hayali bir kahraman olduğunu aslında Roland da denen bu sütun Macar-Hırvat Krallığının hakimiyetindeki uzak şehirlerde bulunan bir egemenlik sembolü olduğu söylenmekte.
  Sütun üstünde bulunan kare alanda halkın duyurularının yapıldığı yermiş. Bazı suçların cezalandırılması da sütunun önünde gerçekleşiyormuş. Kim bilir kaç infaz gerçekleştirdiler bu meydanda.
 Sütunun tam arkasında Aziz Blaise kilisesi yer almakta. Aziz Blaise kilisesi şehrin önemli turistik mekanlarından biridir. 

   
    Kilise 1367 yılında Romanesk tarzda yapılmış Daha sonra 1667 yılındaki depremde ağır hasar görmüş. 1706 yılında ise yangında epey bir tahrip olmuş. 1715 yılında harap olmuş Romanesk biçiminde yapılan kilisesinin üzerine Venedik'li mimar ve heykeltraş Marino Gropelli tarafından Barok tarzında yeniden inşa edilmiştir. 



   Kilisenin adı orta çağ Slavların'dan pagan tanrısı Veles ile özleşmiş, Dubrovnik şehrinin koruyucu azizi ve aynı zamanda Ragusa Cumhuriyetinin koruyucusu olan Azizi Blaise (Sebasteli Vlas) dir. Dubrovnik halkının en önemli kiliselerinden biridir. Genel olarak tüm evlenme törenleri de bu kilisede yapılıyormuş.



  Kilise duvarının kapının üzerindeki cephe melek figürleriyle süslenmiş. Ayrıca kilisenin üstünde sol da inanç sağda umut ve ortada Aziz Blaise heykelleri vardır.



   Aziz Blaise efsane göre; 2 şubat 971 yılında gece geç bir vakitte Venedik gemileri doğuya geçmeden önce su ve yemek almak bahanesiyle Dubrovnik açıklarına demirlenir. Amaçları şehre saldırmak için burada beklemekteymişler. St Stephen Katedrali papazı Stojka
gece St Stephen kilisesine gider ve kilisenin kapılarının açık olduğunu görür ve içeri girdiğinde ışıklar içinde dua eden Aziz Blaise ile karşılaşır. Balise rahibe şehrin tehlikede olduğunun ve Venedik'lilerin saldıracağının söyler. Rahip Stojko ona kim olduğunu sorduğunda ışıklar içindeki adam ona ''Vlaho'' der. Rahip şehir konseyini uyarır ve Venedik saldırısına karşı alarma geçerler. Venedik'liler şehrin tüm kapılarının kapalı ve surların tedbir aldığının görünce saldırıdan vazgeçip geri dönerler. Böylece şehir kurtulur. Bu efsane papazın rüyasına girme şeklinde de anlatılıyor. Böylelikle şehrin koruyucu azizi olmasının hikayesi ortaya çıkıyor. O günden beri de Şubat aylarında kutlama yapılmakta. Bana göre şehri Rahip Stojko kurtarmış ta...neyse...Ayrıca şehir 250 yıl sonra Venedik'liler tarafında işgal edilirken koruyucu melekleri neredeydi diye de insan soruyor?
    Kilisenin tam tepesinde Aziz Blaise'in heykeli. Elinde 1667 yılındaki depremde tahrip olan klişenin modelini tutuyor.


   Şehre Pile kapısında girerken kapının üzerinde bir ikonu da bulunan Aziz Blaise Sivas da bulunduğunu da söylemiştim. Bu na biraz değinmek isterim. Blaise aslen 572 yılında bugünkü Sivas bölgesinde yaşamaktaymış. Orada doğmuş ama doğum tarihi belirsizdir. 280-283 olarak tahmin ediliyor. Kendisi bir Ermeni azizi olup  316 yılına kadar yaşamıştır. Kaynaklara göre dövülmüş, demir dokuma taraklarıyla saldırılmış ve başı kesilmek suretiyle şehit edilmiştir. 
    Başka kaynaklara göre de gençliğinde filozofi okuyan Vlas görevini iyi bir performansla, iyi niyetle ve dindarlıkla Ermanistan'daki Sebaste'de (Şimdiki Sivas da) doktorluk yapıyormuş.  Şehrin psikoposu öldüğü zaman halk onu alkışlarla Vlas olarak seçmişler. Kutsallığını gösterdiği bir çok mucize gerçekleştirmiş. İnsanlar ruhları ve bedenleri için şifa bulmaya hatta hayvanlar bile kutsanmak için ona geliyormuş. 316 yılında Kapodokya ve Küçük Ermenistan valis Agricola İmparator Licinius'un emriyle Hristiyanları öldürülmesi ve psikoposun tutuklanmasını yerine getirmek için Sivas'a gelirler. Aziz Vlas hapse götürülürken bir anne boğazına kılçık kaçan çocuğunu onun yanına getirir ve Aziz Vlas tarafında iyileştirilir. Vali bu olanlara aldırmaz ve onu değnekle dövdürtür, vücudunu demir bir tarakla parçalar ve kafasını keser.
    Dubrovnik'te kutlanan 3 şubat yortusu Azizlerinden geriye kalan parçalardan başı, boğazında bir kemik parçası, sağ ve sol elleri kutsal emanet sandığın içerisinde bir geçit töreni sergilenir. Yortudan bir gün önce beyaz güvercinler serbest bırakılır. Ayrıca demin de anlattığım efsanenin kayıtlarına göre 971 yılında Gruz ve Lokrum yakınlarına demirleyen ve göya su takviyesi için duran ancak şehrin savunma sistemini gözetleyen Venedik gemilerinin saldırı konusunda uyardığı için Aziz Blaise'e hürmet ederler.
    Aziz Blaise(Aziz Vlas'ın) aktarılan bu hikayesi Napolyon zamanına kadar şehrin mühürlerinde ve sikkelerin dede kullanılmıştır. 
  Aziz Blaise aynı zamanda Rusya 'da da St. Vlasij diye sürülerin koruyucusu olarak bilinir. Türkler arasında boğaz evliyası Ermeniler arasında surp vlas olarak bilinen bu aziz yaptığı mucizeler tarafından Amerika'dan Kuzey avrupa'ya ,Güney Afrika'dan Rusya'ya kadar bile tanınan Sivas'ta yaşamış ve Anadolu'da Hristiyanlığın ilk psikopaslarından bir olmuş bir hekimdir.
   Şimdi de Luza meydanındaki küçük Onofrio çeşmesine geldik. Çeşme yine 1440-1442 yıllarında İtalyan mimar Onofrio tarafından Büyük Onofrio çeşmesi ile birlikte yapılmıştır.


   Gotik tarzda yapılan çeşmenin heykeltraşı yine Milano'lu sanatçı Pietro di Martino dur. Milano'lu Pietro Matino Rektörlük sarayındaki süslemeleri de yapmış ve şimdilerde kaybolan Fransisken kilisesi için yapılmış bir heykel de yapmıştır. Dubrovnik için önemli biri sayılır bence. 
   Her neyse sekizgen biçimde yapılmış küçük havuzun süslemeleri Rönesans tarzındadır. Çeşme pazara su sağlamak amaçlı kurulmuştur.




 Çeşmenin sol tarafında saat kulesi yada çan kulesi denen kuleyi görebilirsiniz.


   
  Stradun caddesinden görünümünü göstermek istedim. Caddenin sonunda Luza meydanı ve tam karşısında da çan kulesi.


   Bell Tower yani çan kulesi 1444 yılında inşa edilmiş. 1667 yılındaki depremde yana yatmıştır. Tehlikeli bir hal almaya başlayınca da 1929 yılında orjinaline bağlı kalınarak tekrardan inşa edilmiştir.


  Kule 31 metre yüksekliğinde. Çanın tepesinde ilk inşa edildiği zamanlarda ahşaptan iki figür bulunmaktaymış. Daha sonra bu iki tahta figür yarine bronz iki figür konmuş. Bu iki figür çana vurmak için tasarlanmış ve halk tarafından ''Maro'' ve ''Baro'' olarak adlandırılan ikiz kardeşlermiş. Yıllar içinde bronz figürler Adriyatiğin tuzlu havasından yeşillenmeye başlayınca figürler yeşil adam anlamına gelen ''Zelenci'' olarak anılmış. Zelencilerin orjinalleri Rektörlük sarayında sergilenmektedir. Kulenin tepesindekiler kopyalarıdır.


  Orjinalleri olmayan Maro ve Baro adlı bronz askerler çana her saat başı tüm eski şehirden duyulacak şekilde ellerindeki çekiçle vuruyorlar. Çan 2 tondan fazla ve sesi  civardaki kiliselerin çanlarından farklı bir tonda etrafa yayılıyor. Heykel askerleri görmek isterseniz Ploce Kapısı çıkışındaki bir tepe var oradan çıkıp askerleri görebilirsiniz.


  Kulede kullanılan çan 1509 yılında değiştirilmiş ve günümüze kadar değişmemiştir. Yaklaşık 500 yıldır orada anlayacağınız. Ayrıca çan 100 yıldır da aynı aile tarafından tamir edilmekteymiş. Bir nevi nesiller boyu sürdürülen bir gelenek olmuştur.


  Çan kulesinin üzerindeki saat 'ahtopot'' olarak bilinmektedir. 18. yy'da iyice yıpranmış olan saat bir Fransisken keşişi tarafında tamir edilir ve onarılır. Saatin tam göbeğine de bir bronz küre yerleştirir.



   Saat kulesinin sol tarafında Sponza sarayı bulunmakta. Sarayın diğer bir adıda ''Divona'' Gotik ve Rönesans tarzda inşa edilmiş saray Avrupa'nın ve Dubrovnik'in en güzel mimari eserlerinden birisidir. 1516-1522 yıllarında Paskoje Milicevic Mihov tarafından inşa edilmiştir. Saray adını yağmur suyun toplandığı sarnıç anlamına gelen ''spongia'' kelimesinden almıştır. İç avlusu dikdörtgen biçiminde olan saray 1667 depreminden hiç hasar almadan kurtulmuştur.


  Sarayda 12. yy'dan kalma şehrin arşivleri ve belgeleri  bulunmakta. 1022 yılına ait en eski el yazması ile 7000 den fazla el yazması ve  yaklaşık 100.000 kişisel el yazması da bu sarayın bünyesinde bulunmakta. Bu yazmalar daha önceleri Rektörlük sarayında bulunmaktaymış.
    Bunlarında dışında Sarayın içinde Dubrovnik'in Savunucuları Anı Odası (Memorial Room of the Dubrovnik Defenders), 1991-1995 yılları arasında şehri savunurken ölen genç insanların fotoğraflarını görebilirsiniz. Binanın 1. ve 2. katında 1000 yıllık Devlet arşivi de bulunmaktaymış ama ziyaretçilere kapalı olduğunu duydum.


  Günümüzde arşiv binası  olarak kullanılan Saray, gümrük ofisi, darphane, cephane, hazine, banka ve okul gibi çeşitli kamu görevlerine hizmet etmiştir. 16. yüzyılda bir edebiyat akademisi olan Academia dei Concordi'nin kurulması sayesinde de Ragusa Cumhuriyeti'nin kültür merkezi haline gelmiştir. 


Sarayın duvarında şöyle anlamlı bir yazıt mevcut
"Nama je zabranjeno varati i krivo mjeriti; i kad važem robu; sa mnom je važe sam Bog"
‘We are forbidden to cheat and use false measures, and when I weigh goods, God weighs me’
"Hile yapmamız ve yanlış önlemler almamız yasaktır, malları tarttığımda, Tanrı da beni tartar" 




Sırtımızı saraya verip geldiğimiz Stradun caddesini fotoğrafladık.





  Luza meydanından Aziz Blaize katedralinin sağ tarafına doğru yöneliyoruz ve ilk karşımıza sol taraftaki rektörler sarayı çıkıyor.



  Hemen karşı solda Rektör Sarayı görülmekte. Saray 14.yy ve 1808 yılları arasında Ragusa Cumhuriyeti Rektörü'nün resmi ikametidir. Mimarisi Gotik tarzda inşa edilmiş ve  Rönesans ve Barok bazı unsurları uyumlu bir şeklide birleştirilmiştir.



   Başlangıçta ortaçağın başlarında bir savunma binası olarak inşa edilmiştir. 1435  yılında çıkan bir yangın sonucunda bina yıkılmış ve şehir yeni bir saray inşa etmeye karar vermiştir. İnşa su kemerini yapan Napolili Onofrio della Cava tarafında yapılmıştır. Milano'daki Pietro di Martino tarafından da heykel süslemeleri yapılarak bina Gotik tarzda bir yapı olmuştur.
  1463 yılında meydana gelen bir barut patlaması binaya zarar vermiş. Bunun üzerine bina tekrardan yenilenmiştir. 1520 ve 1667 yıllarında meydana gelen depremlerde hasar gören bina daha sonra tekrar Barok tarzda yenilenmiş ve Atriyuma merdiven ve zil eklenmiştir.           Ayrıca 1638 yılında Dubrovnik Senato'su Atriyuma tüm mal varlığının Dubrovnik'e bırakan zengin armatör Miho Pracat'nın bir anıtı dikilmiştir. 


 Rektörlük sarayı bir çok kez yenilenmiş olsa bile ofisler salonlar ve koridorlar hemen hemen aynı kalmıştır. Orjinal mobilyaların ve sanat eserlerinin çoğu iç yapısında kullanılmıştır.

  Rektör sarayının içinde 1872 yılından beri varlığının sürdüren birde kültür tarihi müzesi vardır. Atrium denen avlusunda geleneksel müzik ve dans etkinlikleri, konserler, festivaller oluyor. Şu an da dışarı avluda akşam verilecek konser için hazırlıklar başlamış. Her yerde sandalyeler yerleştirilmiş.
  







  Dubrovnik Cumhuriyertinin en yetkili mercisi senato imiş. Şehri 12 kişinin asillerinde kurulu bir senato idare eder ve rektörü bu senato seçermiş. Şehrin yetkileri her ay değişen ve senato tarafında seçilen bu  rektörde olurmuş . Aynı kişinin tekrar rektör olması için 2 yıl beklemesi gerekiyormuş. Çok süper bir şey. Bu iş yönetimin tek kişinin egemenliğine girmesini önlemek için yapıyorlarmış. Çok çarpıcı bence. Ayrıca bu seçilen rektörler 1 ay boyunca bu binada kalır aileleriyle dahi görüşme yasakmış. Tuttum bu işi.



   Tam karşımızda Dubrovnik katedrali çıkıyor. Her adımda tarihi bir bina insan sersem oluyor vallahi. Bir müddet sonrada o muazzam eserler ha buda bir katedral mi deyip geçiyorsun. 
Ayrıca bu binaların hemen hepsi Barok tarzda . Yani Eski şehirde Barok tarza doyacaksınız. Bunun garantisini veriyorum. Dubrovnik Katedrali de bu barok tarzların en dikkat çekenleri arasında. Bu katedrale Meryemin Göğe Yükselişi Katedrali de deniyor.


  Katedralin yapımı 12.yy kadar uzamakta. Burada eskiden bulunan ve çeşitli yüzyıllarda yapılmış eski katedrallerin üzerine inşa edilmiş. 


    Efsaneye göre İngiliz Kralı Aslan yürekli Richard'ın gemisi de 1192 yılında III.Haçlı seferlerinden dönerken denizde kasırgaya tutulur ve Dubrovnik kıyılarında Lokrum adasına sığınır. Hayatı içi Tanrıya şükretmek amacı ile kurtulduğu bu yerde bir kilise kurmaya yemin eder. Şehrin yöneticileri Lokrum yerine Dubrovnik'e yapılacak bir kiliseye ihtiyaç duyulduğunu dile getirince kilisenin yapımında maddi olarak destek olur. 
   Kilise 1667 yılında depremden zarar görünce 1713 yılında buraya yeni bir katedral yapılmış. Katedral 1979 Karadağ depreminde de hasar görmüş ve yıllarca onarılması gerekmiş. 1991 yılındaki Dubrovnik kuşatması sırasında da mermilerin hedefine maruz kalmıştır. Ama günümüzde bu hasarlar onarılmıştır. 
Şimdi Katedralin ön tarafına geçiyoruz.


   Katedralin iç dekorasyonu Urbino'lu İtalyan Andrea Bufalini tarafından tasarlanmış. Katedral saat 5 de kapandığı için biz içini gezemedik Ama bu katedralin en önemli özelliği içinde büyük bir hazine barındırıyor olması. Bu hazineler arasında 13.yy dan itibaren dünyanın bir çok yerinden gelmiş 138 altın ve gümüş sandığı, İsa'nın çarmıha gerildiği haç'ın bir parçası, Bizans imparatorlarının bir tacı ve aziz Blaise in başıda yer almaktaymış. Hazineler o kadar değerliymiş ki odaya girmek için 3 anahtara gerek duyuluyormuş. Bunların dışında tabi çok değerli tablolar Venedik'li ünlü ressam Titian Vecelli tarafından yapılan ''Hazreti Meryem'in Göge Yükselişi'ni anlatan birkaç tablodan oluşan bir resim poliptiği de bulunmaktaymış.


  Dubrovnik Katedralin hemen yanından Gundulic Meydanına çıkıyoruz. Bu meydan yerel halkın kurduğu pazar tezgahlarının bulunduğu bir alan. Ama pazarın öğleye kadar olduğunun unutmayın. Cıvıl cıvıl çok kalabalık ve çok hareketli bir meydan. Evlerin görüntüleri sizi ortaçağın merkezine götürüyor sanki. Tarihi taş binaların arasındaki alanda kafeler restoran hemen hemen tüm alanı kaplamış sanki. Çok geniş ve çarpıcı bir meydan olduğunu söyleyebilirim. 


  Bu meydanda 1667 yılındaki depremden nasibini almış ve meydan bina moloz yığını haline gelmiştir. Şehrin yöneticileri meydanı tekrar eski haline getirmişler ve bir Hırvat şair olan İvan Gundulic'in adının vermişlerdir.



 Meydanın tam ortasında İvan Gundulic'in bir heykeli bulunmakta. Heykel 1893 yılında heykeltraş Ivan Rendic tarafından yapılmıştır. Barok tarzda süslemelerle oturtulduğu yükseltinin üzerindeki heykel bronzdandır. Heykelin dört yüzünde bulunan kaidelerin Osman'ı anlatan bazı kabartmalar bulunmaktadır.



  Peki Ivan Gundulic kimdir ?  
   Ivan Gundulic Hırvat edebi dilini gelişmesinde çok büyük katkıları olan Dubrovnikli şair ve yazardır. 8 Ocak 1589 yılında doğmuş olan Gundulic soylu bir ailenin çocuğuydu okula gitmemiş eğitimini evde gerçekleştirmiş. Roma hukuku ve genel hukuk okudu. Çalışmaları Roma Katolik Karşı-Reform'un temel özelliklerini temsil eder. Bir çok değerli eserin dışında  en önemli eseri Torguato Tasso'nun Gerusallemme'sinden esinlenerek Osman adında bir epik bir şiir de yazmıştır. Bu Osman 2. Osman yani Genç Osman. Onun Lehistan seferi ve yenilgisini anlatan bir şiirdir. 1621 yılında yenilgi ile sonuçlanan Lehistan seferini anlatan eser Hristiyanlığını yüceltip İslam'ı yeren bir eserdir.

  1608 yılında, 19 yaşındayken, Büyük Konsey üyesi oldu. 1615 ve 1619 yıllarında da iki kez, kentin güneydoğusunda bulunan Konavle valisi oldu. 30 yaşında evlendi 3 çocuk sahibi oldu. 1636 yılında senatör, 1637 yılında yargıç,1638 yılında ise Küçük konsey üyesi oldu.1638 yılında 49 yaşında ölene kadar Ragusa Cumhuriyetinin kamu kuruşlarında çalıştı. Erken ölmemiş olsaydı Ragusa Cumhuriyetinin rektörü olacakmış. Mezarı Fransiskan kilisesinde bulunmakta.


  Şimdi de benim en merak ettiğim yere geldik Baroque Merdivenleri. Game of Thornes dizisindeki en çarpıcı sahnelerden biri olan Cersei Lannister'ın utanç yürüyüşünün gerçekleştiği merdivenler.




  Süper görünüyor değilmi?. Bu merdivenlerin tarihin içinden fırlamış gibi çıkması, tepesindeki ortaçağı buram buram hissettiren kilisesi ile gerçekten nefes kesici görünüyor. Game of Thrones dizisinin neden bu yörede çekildiğinin buraya geldiğinizde daha iyi anlayacaksınız. Bence bu merdivenler Roma'daki İspanyol merdivenlerinden çok daha çekici ve güzel. Ama merdivenlere giden sokak turist dolu dolayısıyla çok kalabalık. Üstüne üstlük buraya kafelerin açılmış olması da yürüyüşü zorlaştırıyor. 


 Barok tarzında yapılmış merdiven 1738 yılında Romalı mimar Pietro Passalacque tarafından tasarlanmış ve inşa edilmiştir. Bu merdiven Gundilic meydanı'nı Dubrovnik fizikçisi Ruder Boskovic'in adını taşıyan meydana bağlamaktadır.


   Gerçekten fantastik görüntüsüyle insanı büyüleyen bu zarif merdivenin basamakları iç bükey ve dışbükey olacak biçimde inşa edilmiş buda merdivenin bütününe görsel bir güzellik katmıştır.





   
  Merdivenlerden çıktıktan sonra karşınıza Collegium Ragusinum ve yanında Aziz Ignatius kilisesi çıkıyor. Mimar Ignatius tarafından 1667 - 1725 yılları arasında yapılmış olan kilise 1729 yılında açılmıştır. Barok tarzda süslenmiş kilise Cizvitlere aittir. Bu arada Cizvitler İsa'nın tarikatında olanlar demektir.



  Merdivenlerin karşısında ve kilisenin hemen yanındaki Kolej Ragusnium. Kilise ile Kolej birbirini dik açı ile kesmekte. Kolej Ragnusnium yani Cizvit kolej binası.


 Cizvit koleji Cizvitler tarafından kurulmuş bir papaz okuluna dayanan kentin en eski kurumlarından biridir. şehrin en iyi bilim adamlarının yetiştirmiş olup bugün lise olarak hizmet etmekte. 


 Hem kilisenin hemde Collegium'un inşaatı 1647 yılında Gundilic ailesinden ve Cizvit tarikatına bağlı Marin Gundilic tarafından bağışlanan para ile başlamıştır. Ama bir müddet sonra bağışçı ölünce inşaat tamamlanamamıştır. 1653 yılında Cizvit Rektörü Giovanni Batitista Canauli şehrin en eski bölgesindeki yerleşim alanlarının tüm kentsel yapılarını düzenleyerek Cizvit kilisesinin ve kolejini  inşa etmek için bir proje hazırlamıştır. Projeye göre çok sayıda ev yıkılacaktı. Yıkım için planlanan binaların bir kısmı özel mülkiyete ve kiliseye ait olduğundan bu tasarımı gerçekleştirmede birçok zorluk vardı. Plan 1656 yılında onaylandı. Proje 1658 yılında tekrar yürürlüğe konuldu. 


   1658 yılında gerçekleştirilmiş Kolej ve Kilise inşası için şehrin çok sayıda evinin yıkılmasıyla olmuştur. Buradaki kompleks Dalmaçya'nın en iyi Barok bina kompleksi olarak kabul edilmekte. Bu nedenle Dubrovnik'teki yaz festivalindeki tiyatro yönetmenlerinin bu mekanı açık hava sahnesi olarak kullanmalarına şaşmamak gerekiyor. 
  

 Kolej'in temel taşı ilk kez 1662 yılında atıldı. Kilisenin inşaatı ise 1699 yılında inşa edilmeye başlandı. 1667 Büyük Depreminin getirdiği hasar tüm işleri kesintiye uğrattığında satın alma işlemi halen devam etmekteydi. 1699 yılında Cizvit mimar ve ressam olarak bilinen Iganzio Pozzo şehre çağrıldı. Pozzo, planları 1703 yılında bitirdi ve ve kilisenin inşası 1725 yılında tamamlandı.


  

Azizi Ignatius kilisesi ve yan şapelleri Gaetano Garcia tarafından boyanmıştır. Ignatius Loyola'nın hayatının bazı kısımlarını anlatan bu Barok tarzı süslenmiş freskler yarım daire biçiminde bir bölümün iç duvarlarında bulunmaktadır. Duvar resimleri kilisenin içine çok güzel uyum sağlamış ve hoş görünmektedir.
     Ayrıca 1355 yılında Viventius ve oğlu Viator tarafından yapılan çanı ise Dubrovnik'in en eski çanıdır. 
   Kilise son savaşta aldığı bombalarla harap olmuş savaştan sonra ise tadilat edilmiştir. 








 Buradan ilerleyerek şehrin Liman bölgesine geçtik. Belki limanda oturup bir şeyler yiyebilir miyiz diye baktık.


  Eski liman şehrin doğu kısmında yer almakta. Surlarda gezerken  epey bir gördüğümüz limanı şimdi keşfe çıkacağız ve karnımız acıktığı içinde oturacak bir yerler arıyoruz. Limanın çevresini turlarken eski gemilerin onarıldığı büyük cephaneliği ve askeri depoyu, cephaneliğin doğu tarafında kalan ve 1381 yılında yapılan balık pazarı kapısını, batı kısmında kalan ve 1746 yılında yapılan Ponta Kapısının ve Azizi John kalesinin yanındaki Denizcilik müzesi ve yanındaki 1873 yılında inşa edilen Porporela dalkıranı gördük. Ayrıca eski karantina binalarının yanında yüzülebilecek çakıl taşlı bir alan var . Burada insanlar yüzüyor. Bunu da söylemek isterim. Eski karantina binaları Veba salgının zamanında kurulmuş yapılar. bu arada. Bu kara dolaşmadan sonra karnımız doyuracak bir yer bulamadık. Aslında bir çok yer var fakat içeriye randevu ile alıyorlardı, üstelik bu bölge dışarıdaki restoranlardan biraz daha pahalı. Bunu da hatırlatmak isterim. Bizde limandan çıktık.  Ploce kapısına yöneldik buradan çıkarak Pile kapsının yanındaki meydana gideceğiz.

  
   Ploče Kapısı bir köprüye sahip olan ve şehrin doğu tarafından Eski Kent'in ana girişidir. Bu kapı (Vrata od Ploca olarak da bilinir) 14. yy'da inşa edilmiştir.
  Tekrardan Pile kapısının bulunduğu otobüslerin kalktığı ana meydana geldik. Burada  Ivan Gundilic'in anısına yapılmış olan bir de çeşme bulunmakta.


   Çeşme Hırvat heykeltraş Ivan Rendic'in eseri. Amerling Fontana denen çeşmede güzellik tanrıçası Afrodit ve çobanların tanrısı  Pan'ın  Heykeli bulunmakta. Meydanın sembolü çok güzel bir ağacın gölgesinde akıp duruyor. Burası bir buluşma noktası da aynı zamanda.


 Karnımızı doyuracak bir pizzacı bulduk ve tıka basa karnımız doyurduktan sonra Lapad'a gitmek üzere otobüse bindik. 



01.07.2017 

    Akşamdan aldıklarımızla sabah kahvaltımızı yaptık ve ev sahipleri ile vedalaşarak evden ayrıldık. Bugün Dubrovnik'i terk etmeden önce tepeye çıkarak Dubrovnik'e yukarıdan bakacağız.






   Yolun kenarında geçerken Dubrovnik'e yapılmış evleri görüyoruz. Sanki özünü bozmadan eski binalara benzer evler ve sokaklar inşa etmişler. Göze hiç kötü görünmüyor. Aksine yeni şehir bile bence çok hoş.
    Ve inanılmaz bir yokuş çıktıktan sonra tepeye ulaştık. Çıkarken yollar çok dardı bazen umarım şimdi karşıdan bir araba gelmez diye dua ederek çıkıyorsunuz. Arabayı seyir tepesinin altında park ederek seyir tepesine çıktık. Sabah olmasına karşın kalabalık olduğunu gözlemledik.


Ve Dubrovnik'e kuş bakışı bakıyoruz.....İnanılmaz bir manzara kesinlikle tavsiye olunur.
















   Dubrovnik'ten ayrılma vakti. Tekrardan aynı yolları dönüp feribota yetişmemiz gerekiyor. Yarımadadan geçerken Korcula yolu üzeinde Ston kasabasında gözümüze yine tepeler üzerine kurulmuş şehir duvarları görmüştük. Şimdi gerisin geriye dönerken bu şehir duvarlarını görmek istedim ve arabayı Ston kasabasına sürdük. Şehrin surları geçekten çok ilginçti.   

  Arabayı park ettik. Şehir duvarlarına kadar girdik. Biraz çıktıktan sonra daha ilerlersek feribotu kaçıracağımız fark ettik. Çünkü bu surları gezmek en az 2 saatimizi alacak. Üstelik hava çok sıcak. Onun yerine kasabayı biraz gezdik bol bol fotoğraf çektik ve dondurma yedik.





    Dubrovnik Cumhuriyeti 1334 yılında  Pelješac'ı satın aldıktan sonra Ston kasabasının korunmasını gerekiyordu. Avrupa'nın en uzun savunma duvarlarından biri olan bu duvarlar  önce yarımadanın bir tarafına inşa edildi ve yapılan projeye göre iki yeni kasaba planlandı; güney Ston ve kuzey Little Ston . 1461 ve 1464 yılları arasında Dubrovnik Cumhuriyeti'nin emriyle Floransalı mimar Michelozzo tasarımlarıyla duvarın inşasını yaptırıldı. 
  Ston kalesi, Ston ve Little Ston'ın duvarlarından oluşan 7000 metrelik orijinal uzunluğuyla, zamanın en büyük inşaat projelerinden biriydi. Tam 18 ayda tamamlanmış surlar da 3 tane de kale mevcut. Bunlar Veliki Kastio, Koruna ve Podzvizd kaleleri.


 1667 yılındaki depremde, duvarların yaklaşık 500 metrelik bir kısmı yıkılmış.1979 ve 1996 depremlerinde de duvarlar önemli ölçüde hasar görmüştür.



 Ston  jeopolitik ve stratejik konumu nedeniyle, antik çağlardan beri zengin bir tarihe sahiptir.  Üç tarafı denizle çevrili bu yarımada da tatlı su ve tuzlu su bakımından zengin dört tepe ve verimli ovalar bulunmakta . Bundan dolayı kasaba önemli bir siyasi, kültürel ve dini merkez olmuştur. Aynı zamanda Ston, Hırvat etnik bölgesindeki ilk piskoposluk bölgesidir. 



   
  2004 yılında Ston ve Little Ston arasındaki bölgeye yapılan ziyaretleri kolaylaştırmak amacıyla eski duvarların restorasyon çalışmaları başlamış. Çalışmaların Mayıs 2008 yılına kadar tamamlanacağı varsayılmış ancak Ston Köprüsü'nün sadece orijinal kısmı yeniden inşa edilmiş. Ancak Mayıs 2009 yılında yaklaşık beş milyon kuna (673.000 €) değerindeki Ston Seddi'nin yeniden inşası tamamlanmıştır. Ston seddinin bir kısmı halka açık ve ücretlidir. 



Surlardan tuz havuzlarının görüntüleri.





























  Bugün duvarların büyük kısmı restore edilmiştir. Stone seddinde ilk bölüme ulaşmak 15-20 dakika, Büyük Duvar'dan Küçük Duvar'a gitmek 30 - 45 dakika sürüyormuş. Birinci bölümdeki yürüyüş turları Stondan başlıyor Stovis , Minceta, Sokolic olarak devam edip Arcimon'da bitiyor. İkinci bölüm ise Ston'dan başlayıp Koruna'da bitiyor. Surlar tepenin diğer tarafında yani Mali Stona denen bir köyün tepesine doğru devam ediyor. Burada surlar Koruna'da bitiyor. Oradan düz araziden yolunuza devam ediyorsunuz. Bu sıcakta yürümek pek işimiz gelmedi açıkçası. Giriş kapısına kadar gidip bir de cimrilik yapıp seddi gezmedik. Ama buraya sonbaharda gelinirse bence güzel bir yürüyüş olacağını düşünüyorum



 Ston'daki bu surlar Çin Seddinden sonra korunmuş en uzun setmiş.3. yy'dan beri korunan bu şehrin en önemli hazinesi sahip olduğu tuz yataklarıdır. Dünyanın en eski olan bu tuz yataklarında tuzun diğer tuzlar göre daha beyaz olduğu dikkat çekiyor.

  
Stone'daki suyun mineral oranda sodyum oranı az fosfor ve iyot oranı fazla olduğunda tuz doğal olarak kristalize oluyor. Dolayısıyla daha beyaz. Bu tuz yataklarının arasında bulunan raylardan havuzları gezebiliyorsunuz.

   
    Toplamda 53 kadar tuz havuz bulunmakta. Svetan Pejic tarafından satın alınmış ve o zamandan beri tarafından işletilmektedir. İhracatı yapılmıyormuş. Buradaki tuz fabrikalarını da gezebilirsiniz.
   Stone kasabasının istiridyesiyle çok meşhur. Hırvatların pek ilgi göstermediği ama gastronomi meraklısı turistlerin uğrak yeri olan Stone Dalmaçya'nın gizli bir hazinesi sanki. Biz yedik mi tabi ki yemedik. Biz dondurma yedik ve daha fazla vakit kaybetmeden yola koyulduk. Feribotun kalktığı Trpanj kasabasına geldik. Ama feribotun kalkmasına 1,5 saat vardı biz de bu fırsatı değerlendirip Dalmayça kıyılarında denize girdik.
















Geceyi Otocac kentinin tam merkezinde bulunan Hotel Zvonimir' de geçirdik.